“İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirip yan çizer; başına bir kötülük gelince de hemen
karamsarlığa düşer.” (İsrâ Süresi, 83)
Aldanıyoruz! Bizimmiş gibi görünen her şeye aldanıyoruz. Emanetçi olduğumuzu, emanetin hak sahibini unutuyor, aldanıyoruz. Aldanmakla beraber yaşıyoruz bir de; iyiyi kötüyü, güzeli çirkini, yanlışı doğruyu ayırt etmeden aldanarak, unutarak yaşıyoruz. Verilen onca nimetin içinde gerçek bir yüzme ustası gibi yüzüyoruz. Fakat aklımıza gelmeyen bir soru: Bu kadar nimet neden? Bu muhteşem yeryüzü, bu envaiçeşit nimetler ve gökyüzü…
Bir çok ayeti kerimesinde insanlara kendisine ibadet etmeyi emreden Yüce Allah, bu kadar nimetin ve bu kadar kolaylığın sırrını da bir bakıma açıklıyor. Bir ayeti kerimesinde de şöyle buyuruyor Allah: “Ben cinleri ve insanları yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım.”(Zariyat süresi, 56)
Bu ayetten de anlaşıldığı üzere, verilen nimetler, ifade edilen cennetler ve insan olarak doğmak vazifesinin karşılığı Allah’a ibadettir, Allah’ı anmaktır. Böyle bir emrin muhatabı olan bizler için, verilen bunca nimetin şartlılığı söz konusu tabii ki değildir. Aksine Allah’a iman, kalbin en temel ve en hassas duygularında barınmalıdır.
Allah’a iman, kulun şartsız, koşulsuz bu muhabbetin içine girmesine bağlıdır. Bu iman muhabbetini gündelik sevgi alışverişlerimizle karıştırmamak gerek.
“Sen seversen severim, sen sevmezsen sevmem” manifestosu tadında sevgilerin, muhabbetlerin çok daha ötesinde bir muhabbet olmalı bu. Tam anlamıyla bir iman muhabbeti, kamil bir iman muhabbeti olmalı.
Peki bu muhabbet nasıl olmalı?
Bu muhabbetin en yetkin anı, kulun Allah’a teşekkür anıdır.
Minnetle, sevgiyle, aşkla ve özüyle bir teşekkür bu. Yokluğun, bataklığın verdiği hasarlardan mütevellit değil, varlığın, bolluğun, keyfiyetin getirdiği bir memnuniyetle edilen bir teşekkürden söz ediyoruz. Kulun kendisini en emniyette sandığı anda, en emniyetli olana ettiği bir teşekkürden söz ediyoruz. İşte böyle bir teşekkür, varmak istediğimiz iman muhabbetinin temel basamaklarından biridir.
“İyi günün dostu çoktur” sözünü hepimiz duymuşuzdur. O halde bu sözü bir de kulluğumuzla oranlayalım. İyi gün kulu muyuz? İyi günde gerçekten kul muyuz? Bize şah damarımızdan daha kadar yakın olan Allah’ın, iyi günde biz ne kadar yakınınızdayız? Az, çok az! Çünkü biz, kötü gün kuluyuz.
En dar zamanların tek kurtarıcısı vardır, Allah! Bela başta, taş ayakta olunca, lisanımıza varan bir isim vardır, Allah! Gönül dara düşünce, ömür çıkmaza girince, yüreğimize düşen bir aşk vardır, Allah! Adı Allah’tır; iyi günde kötü günde, hastalıkta sağlıkta gönlümüze düşen o aşkın adı, Allah’tır!
Peki ya biz? Ayağı taşa değmedikçe duayı unutan, başı belaya girmedikçe tefekkürü unutan, dara düşmüş dar vakitlerin esiri olmadıkça Allah’a kul olmayı unutan biz, ne kadar ve ne zaman dostuz? Bunu gündelik yaşam ritüellerimize bağladığımızda cevabı gayet bellidir: Biz dost değiliz! Allah’ın bizlere bahşettiği bunca nimetin karşısında teşekkür etmeyi unutmak ve hatta umursamamak, bizi önce Allah’a sonra kendimize nasıl bir dost kılar? Kötü gün kulu olmamalıyız. Ne olursa olsun, barklar yıkılır yahut dikilir, yürekler hüzünlenir yahut sevinir, gönül dara düşer yahut şaha kalkar fark etmeksizin biz Allah’a ve Allah’ın getirdiklerine dost olacağız. İyi günde kötü günde, hastalıkta sağlıkta dost olacağız.
Aldanmayalım! Hiçbir zaman bizim olamayacak geçici şu ömrün lezzetlerine aldanıp, hakiki lezzetlerden ve emellerden ayrılmayalım. Emelimiz belli; Allah! İman tahtımızda bize kavuşmuş bir İslam! Gönül tahtımızda aşkına vardığımız hazreti Muhammet! Ömür sermayesinden bize kalmış bir cennet! Nerede olursak olalım, bizden gitmeyecek tek gerçek: Bir olan Allah, O’ndan gayrı yoktur ilah!