Yazının birinci bölümünde beklenen “Büyük İstanbul Depremini” kaleme alırken; deprem gerçeğini, 1939 Erzincan Depremi ile başlayan 1999 Gölcük Depremi ile son bulan ve Kuzey Anadolu Fay Hattını üzerinde doğudan batıya deprem göçünü anlatamaya çalışmıştım.
Deprem gerçeğini yok saymayacağımıza göre bu gerçeği kabul etmemiz gerekiyor. Dirençli yapılar yaparak, yerinde ya da ada bazında kentsel dönüşüm, yapı güçlendirme, afet yönetimini vb planlama ve uygulamalar doğru ve etkin bir şekilde sağlandığında depremin ortaya çıkaracağı olumsuzlukları da bertaraf etmiş oluyoruz. Bunun dünyada örnekleri mevcut. Ülke olarak yumuşak karnımız olan bu konu ile yüzleşme zamanı geldi de geçiyor…
Deprem bittikten birkaç gün, belki birkaç hafta sonra her şeyi unutup bir sonraki depreme kadar hiçbir şey yapmadan hayatımızı sürdürüyoruz. Halk olarak bunu yapıyoruz da sanki yönetim bundan farklı mı davranıyor? Hayır, maalesef, yöneticilerimiz de genellikle sadece afeti yönetip, deprem bölgesinde uzun sarı çizmeler giyerek tüm sorunları çözdüğünü düşünüp sonrasında aradan çekiliyorlar, ta ki yeni bir deprem gelinceye kadar.
Üzülerek söylüyorum ki, yöneticilerimiz çoğu kez afet yönetimini vazife edinmiş. Yani “Hele bir deprem olsun, ondan sonra gerekeni yaparız” diyerek işin içinden çıkmaya çalışmaktalar. Halbuki bu yaklaşım çağdaş ve doğru olan bir anlayış değildir. Doğru olan riski yönetmektir. Yani deprem gelmeden verebileceği zararları öngörüp gerekli zarar azaltıcı önlemleri almaktır.
Ülkemizde küçük depremler bile çoğu kez azımsanmayacak sayıda insanımızın ölümüyle sonuçlanmaktadır. Bunun en önemli nedeni elbette ki niteliksiz yapı stoğudur.
Kentsel dönüşüm birçok şekilde planlanabilir. Mümkünse mahalle bazında değilse ada bazında kentsel dönüşüm yapılması gerekiyor. Bu dönüşümü yaparak yapıları dirençli hale getirip, aynı zamanda doğru ve etkin bir şehir planlaması ile de desteklersek ortaya çok daha güzel sonuçlar çıkarabiliriz.
Bugün İstanbul’un birçok sokağında tek bir aracı park etmek, acil bir durumda üç beş dakika duraklamak bile imkânsız. Sokakların dar olması, planlamadan ve şehircilikten uzak şekilde imar edilmesi beraberinde de birçok sorunu meydana getiriyor. Konumuz deprem ve deprem üzerinden bir sorunun cevabını çok merak ediyorum. Beklenen Büyük İstanbul Depremi bugün olsa, felaket tellallığı yapmadan, sadece şunu merak ediyorum. Her sokaktan sadece iki bina yıkılsa ne olur?
Bakın ben size söyleyeyim. O sokağa girişler çıkışlar olmaz, arama kurtarma çalışması yapılamaz, ulaşması gereken yardımlar ulaşamaz, tahliyeler bile imkânsız hale gelir. Evi orta ve ağır hasar alan insanlar belki sokağa bile çıkamaz.
Resmi söylemlere göre İstanbul’daki yapı stokunun %60’ı herhangi bir mühendislik hizmeti almamış ve gecekondu mantığıyla inşa edilmiş.
İstanbul’da 2000 senesinden önce inşa edilmiş, riskli kabul ettiğimiz yaklaşık 500 bin bina var. Bunların tamamını yıkıp yeniden yapmamız mümkün değil. Çok uzun bir zaman ve ciddi bir maliyet gerektiriyor. Güçlendirme yaparak hem çok daha kısa sürede hem de çok daha az bir maliyetle binalarımızı depreme daha dayanıklı hale getirebiliriz ve bunu bir an önce yapmamız gerekiyor.
İstanbul’un altyapısının megakente uygun şekilde yapıldığını özellikle telekomünikasyon alt yapısının gelişen ve değişen dünyaya uygun olduğu düşünüyorduk. 26 Eylül 2019’da Silivri açıklarında meydana gelen küçük bir depremde bile İstanbul’da birçok iletişim altyapı hasar gördü ve tüm telekomünikasyon hizmeti çöktü.
Altyapı konusunda ise tüm kurum ve kuruluşlar sorumlu oldukları altyapının beklenen Marmara depreminde nasıl tepki vereceğini kestirmeli, eksiklikler giderilmeli ve devre dışı kalmamaları için gerekli önlemleri almalıdır.
Sonuç olarak; maalesef İstanbul henüz tam olarak depreme hazır değil. Deprem siyasi ideoloji ve parti tanımaz geldiğinde hepimiz zarar göreceğiz.
Kalın sağlıcakla…