Ahlak konusunu genellikle bireysel, kişisel bağlamda ele aldığımız için, yüklediğimiz anlam toplumsal ve kurumsal ilişkiler açısından belirleyici önem içermiyor. Kişinin inanç dünyası, ibadet alışkanlıkları, toplumsal ilişkilerini etkileyebileceği gibi, bu ikisi birbirinden kopuk, bağımsız davranışlar olarak da şekillenebilir. Peşinen ikisini birbirine eklemleyerek değerlendirme yapmak hem haksızlık olur hem de abartılı beklentiler doğurur.
Hukukun tanımlarından birisi de ahlakın kurallarla korunmaya alınmasıdır. Yani otorite eliyle müeyyide konulmasıdır. Dolayısıyla, bir kabul yani rıza ve uzlaşma oluşması umulur. Güçlünün zayıfa boyun eğdirerek kabul ettirdiği kurallara, bu nedenle ahlaka dayalı bir hukuk diyemeyiz. Hukukla ahlak arasındaki ilişkiyi toplumsal hayat üzerinden sorgulamalıyız. Kamu kaynaklarına yönelik duyarlılık, birlikte yaşama kurallarına saygı, paylaşıma açık olma gibi alanlarda hukuk ahlak etkileşimini aramamız gerekir. Pozitif hukukla, olması gereken hukuk arasındaki tartışmalar sağlıklı yönetilmelidir. Fiili durumda, yani reel politikte, hukuk genellikle bir sonuçtur. Yani güçlü olanın kuralları değiştirme, yeniden şekillendirme iradesi etkilidir. Oysa ideal hukuk ya da doğal hukuk, farklı moral değerler üzerine kurulur. Adalet,eşitlik özgürlük gibi değerler toplumsal ilişkilerde güç ile hak arasında bir denge oluşumunu gerektirir. Tümüyle ahlaki değerlerden yalıtılmış güç ilişkisi bir noktayı oluşturuyorsa, karşıt noktayı da tümüyle ahlaka dayalı bir ütopya hukuku oluşturur. Oysa gerçek hayat bu iki uçta değil, ikisi arasında bir yerde şekillenir.
Türkiye’de hukukla ilgili tartışmalarda, genellikle işin kolayına kaçarak yukarıdan aşağıya bir hukuk inşası ile bütün haksızlıkları gidermeyi, bütün sorunları böylece çözmeyi umut ederiz. Oysa Marx başta olmak üzere, ekonomi üzerine kafa yoranların bize hatırlattığı önemli bir nokta, üretim kaynaklı ilişkiler sebep, hukuk ise genellikle sonuçtur. Hukukun ortaya çıkarttığı haksızlık ve rahatsızlıklara romantik tepki vererek sitem etmek, gerçekçi bir iyileştirme süreci değildir. Bunu temenni edebilirsiniz, dileyebilirsiniz ama tespitleri bunun üzerine bina ederseniz, muhtemelen hayal kırıklığı biçersiniz.
Toplum sözleşmesine dayalı bir hukuk inşası elbette en sağlıklısı olabilir, ama Osmanlı’nın son döneminden bugüne kadar hemen hemen anayasalarımızın tamamının yukarıdan aşağıya hukuk inşasını doğurduğunu, bir kısmınınsa doğrudan darbelerin ürünü olduğunu unutmamalıyız. O halde anayasa yapım süreçlerini özellikle katılım boyutuyla yeniden ele almadan, hukuka dair toz pembe hayaller kurmanın, temenniden öteye geçmeyeceğini bilmeliyiz.
Son dönemde tanıklık ettiğimiz kimi yargılama süreçlerindeki tahliyeler ve infial doğuran ahlaki çürüme örnekleri, bizi hukuk ahlak ilişkisini yeniden sorgulamaya götürmeli. Ahlakı koruyacak olan bir hukukun inşası, elbette ahlakı bütün boyutlarıyla konuşmayı gerektirir. Toplumsal ahlak ve kurumsal ahlak, ekonomik paylaşımdan bağımsız ele alınamaz. Mağduriyet, mazlumiyet tek başına bir sonuç doğuramaz. “Yok yasa, yap yasa” mantığıyla ya da sadece mahkemelerin insafına terk edilmiş umut kırıntılarıyla, öngörülebilirliği inşa etmek ve buradan ekonomiyi kendiliğinden düzeltmeyi umut ve hayal etmek çok gerçekçi değildir.
En azından, eş zamanlı olarak, kamu yararını, toplumsal faydayı önemseyen ekonomik tercihlerden yana olmak ve buna denk bir süreç yönetimi ile de, toplumun sahipleneceği ekonomik sosyal haklardan oluşan bir toplum sözleşmesini yani anayasa yapım sürecini savunmak durumundayız.
Ekonomide sınırsız bir piyasacılığı ve sermaye, finans taraftarlığını ortaya koyup, sonra hukuku onun insafından kurtaracağını sanmak, kendi kendini kandırmaktır. Sermayenin küresel vesayetini, en azından sınırlandıracak ve toplum yararını öne çıkaracak bir hukukun inşasına, sermaye gücünü sınırsızca tahakküm aracına çevirenler neden ve nasıl izin versin?
O halde gerçekten ahlaka dayalı bir hukuk, siyaset ahlakı, hukuku önemseyen bir toplum arzu ediyorsak, ekonomiyle hukuk ilişkisini yeniden ele almalı, yeniden sorgulamalıyız.