“Araz’ı ayırdılar,Ġumunan doyurdular,Men senden ayrılmazdım,Zülmünen ayırdılar.”
ARAS Nehri, Kafkasya’nın can suyudur. Bingöl dağlarının doruklarında başlar yolculuğu… Ulaştığı her diyara bolluğu, bereketi götürür. Yol boyunca bünyesine kattığı akarsularla büyüyüp genişler. Yatağında biriktirdiği hikâyelerle coşar, taşar, Hazar’a ulaşır. Aras, aynı zamanda sınırdır. Sınır ise acı, ayrılık ve özlem… Aras, Ermenistan sınırına ulaştığı sırada burada onu Arpaçay karşılar. İki akarsuyun buluşması, adeta iki sevgilinin kavuşmasını andırır. Birleşir, birleştikçe coşar iki nehir… Bir olur bereketlenir.
Aras ile Arpaçay’ın kesiştiği noktaya uzaktan bakıldığında bin bir çeşit meyve ağacının süslediği tek bir yerleşim yeri görülür. Ancak orada aynı suyu, aynı doğayı, aynı gökyüzünü paylaşsalar da tarihin birbirinden kopardığı iki köy vardır: Bugün Türklerin yaşadığı Kars’a bağlı Halıkışlak ile Ermenilerin yaşadığı Armavir’e bağlı Bagaran…
Bagaran’ın bilinen ilk ismi Hacı Bayram’dır. Adından da anlaşılacağı üzere bir Müslüman köyüdür Hacı Bayram… Yıllar boyunca Azerbaycan Türklerine yurt olmuştur. Ancak Kaça-Kaç yılları, Hacı Bayram sakinleri için de bir kâbus olur. Ermeni çetelerin bölgede estirdiği terör nedeniyle ölümün soluğunu hiç olmadığı kadar enselerinde hisseden köy sakinlerinin bir bölümü, çareyi ocağını, yurdunu terk etmekte bulur. Bolluğun, bereketin timsali Aras ve Arpaçay, Hacı Bayram sakinleri için bundan sonra acı, ayrılık ve hasretin de adı olur.
Hacı Bayram köylüleri, karanlık günleri yaşamaya devam ederken tarih sahnesine yeni devletler, yeni liderler çıkar; sınırlar yeniden çizilir. Ekim Devrimi ile iktidara gelen Vladimir Lenin önderliğindeki Bolşevikler ile Anadolu’da milli mücadeleyi sürdüren Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, Moskova Antlaşması’nı imzalamak üzere masaya otururlar. Sınırlar çizilir; sınır bekçiliği görevi Aras ve Arpaçay’a verilir. Suyun doğusundaki Hacı Bayram, Sovyetler Birliği’nde; batısındaki Halıkışlak ise Türkiye’de kalır.
Sovyetler Birliği’nde Lenin’in ölümü ile birlikte Josef Stalin dönemi başlar. Bu değişim, Hacı Bayram sakinleri için ise yeni bir baskı, zulüm ve tehcir döneminin başlangıcıdır. Önce 1935’de köyün ismi Bahçeler olarak değiştirilir. Daha sonra 1948-49’lu yıllarda köydeki Türk halkı kimi zaman uydurma vaatlerle kimi zaman ise zorla göç ettirilir. Yerlerine Ermeniler yerleştirilir.
O dönemde Halıkışlak’ta yaşayan ve henüz 10 yaşında olan Orhan (Nerman) Karadağ, akrabalarının yaşadığı karşı köye bakıyor; kamyonların yüklenişini ve birer birer gidişini izliyordu. Köy neredeyse boşalmış, geride sahiplerinin giderken arkada bıraktığı köpekleri kalmıştı. Orhan, terk edilmiş, aç kalmış köpeklerin acı acı ulumalarını sadece kulaklarıyla değil yüreğiyle de duyuyor ancak elinden hiçbir şey gelmiyordu. Bir müddet sonra ise Orhan ve Halıkışlak köylüleri, Ermenilerin eşyalarını taşıyan kamyonların köye gelişine ve akrabalarından boşalan evlere taşınan yeni komşularının telaşına şahitlik ediyorlardı.
Köyün demografik yapısı değişiyor, suyun iki tarafındaki Türklerin yüreğine hançer saplanıyordu. Stalin’in niyeti açıktı. Ahıska’da da yapmıştı aynısını. Kendi sınırları içerisindeki Türkleri, Türkiye’den uzak tutacak; dillerini, dinlerini, kimliklerini unutturacaktı onlara… Stalin’e direnenler de vardı köyde. Her ne olursa olsun evinden, yurdundan, yuvasından kopmayanlar… Atalarının mirası, doğduğu topraklarda ölmenin hayalini kuranlar…
Ancak herkes öyle değildi. Mankurtlaşmış Türkler de vardı tabii… Hacı Bayramlı Meyto, işte tam da böyle biriydi. Köleleşmiş, celladına aşık olmuştu. Sovyet casusluğuna soyunmuştu. Amacı Türkiye’den topladığı bilgileri Sovyet yönetimine ulaştırmak, sahiplerine şirinlik yapmaktı. Gözüne Halıkışlak’taki akrabası Sadık ile kız kardeşi Şeker’i kestirmişti. Suyun karşı kıyısından onlara sesleniyor, kızıl bayrak gölgesi altında yaşamayı öve öve bitiremiyordu. Sadık’a Şeker ile evlenmek istediğini söylemişti. “Şeker’i bana ver. İkinizi de buraya getireyim. Türkiye’de çektiğiniz çile yeter.” demişti.
Bir taraftan refah dolu vaatler sıralarken diğer taraftan da asıl emeli için taleplerde bulunmaya başlamıştı. Sadık’tan kendisine Türkiye’den gazeteler toplayıp getirmesini istemişti. Anlamamıştı Sadık bu talebi… Ancak aklı suyun karşı kıyısındaydı. Gerçekten de durum Meyto’nun anlattığı gibi miydi? Sovyet toprağında daha iyi bir yaşam olabilir miydi? Kafası epey karışmıştı. Çareyi köylüsü Ali Kulu Bey’e danışmakta bulmuştu. Güvenirdi Ali Kulu Bey’e… Yörede sevilen sayılan adamdı. En doğru yolu gösterse gösterse o gösterirdi. Zihnini kemiren düşüncelerle vardı Ali Kulu Bey’in kapısına; döktü eteğindeki taşları, anlattı bir bir Meyto’nun söylediklerini… Ali Kulu Bey, Meyto’nun niyetinin iyi olmadığını hemen anladı. Zaten bilirdi, pek tekin birisi değildi. “Karakola gitmekte, bunları komutana anlatmakta fayda var.” dedi Sadık’a…
Ali Kulu Bey…
Ergüder Bölüğü köye çok yakındı. Tuzluca yolu üzerindeydi. Çıktılar yüzbaşının makamına, durumu izah ettiler. Yüzbaşı, Sadık’a, gazeteleri ne zaman teslim edeceğini sordu. Gün doğmadan suyun kenarında buluşmak üzere anlaşmışlardı. Komutan, Ali Kulu Bey ve Sadık, uzun uzun plan kurdular. Meyto’yu yakalayacaklardı. Sadık, tam Meyto ile anlaştıkları saatlerde elindeki gazetelerle suyun kenarında beklemeye başladı. Şafak söküyor, ortalık yavaş yavaş aydınlanıyordu. Bu sırada Meyto da gelmişti karşı kıyıya. Sadık’a kendini belli ettirmeye çalıştı. Bağıramıyordu. Sınırda nöbetçi askerler olabilirdi. Sadık, Meyto’nun geldiğini fark edince suya biraz daha yaklaştı. Çok ses çıkarmamaya özen göstererek birbirlerinin hâlini hatırını sordular. Sonra Meyto gazeteleri istedi. Ama gazeteleri suyun karşısına atmak mümkün değildi. Birinin karşı tarafa geçmesi gerekiyordu. Meyto ördek gibiydi zaten, iyi yüzerdi. Atladı suya, başına geleceklerden habersiz Sadık’ın yanına geçti. Hemen gazetelere yöneldi. Ancak Sadık, “Gel önce bir sarılalım. Özlemişim seni Meyto.” deyince birbirlerine sıkı sıkı sarıldılar.
Bu sarılma uzun sürdü. Sadık bir türlü bırakmıyordu Meyto’yu. Adeta kerpeten gibi sıkmıştı belini. Tam o sırada yüzbaşı, üç asker ve Ali Kulu Bey saklandıkları yerden çıktılar. Hep birlikte Meyto’nun etrafını sardılar, bağlayıp Ali Kulu Bey’in evine getirdiler.
Dünya, ikinci büyük savaşını vermiş; yenilmez denilen Adolf Hitler, Stalin karşısında yenilmişti. Stalin, zafer sarhoşuydu. Sınır tanımıyordu. Gözünü Kars’a, Ardahan’a dikmişti. Stalin’in casusları sınırda kol geziyordu. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni istihbarat teşkilatı MAH’ın (MİT) şerefli görevlileri, ülke çıkarları için hayati görevler üstleniyorlardı. Bu isimlerden bir tanesi de Hüsnü Bingöl’dü. Bölgede bir efsaneye dönüşmüştü Hüsnü Bey… Hem yöre halkının derdine ortak oluyor, yaralarını sarıyor hem de canı pahasına Sovyet ve İran ajanlarıyla mücadele ediyordu. Hüsnü Bingöl efsanesi, dilden dile dolaşıyordu.
Hüsnü Bingöl’e dair detaylı bilgiye Mücahit Özden Hun’a ait “Siyah Beyaz ve Gri Hüsnü Bingöl” kitabından erişebilirsiniz.
Meyto’nun yakalandığını haber alan Hüsnü Bey hemen Iğdır’dan yola çıktı. Halıkışlak’a Ali Kulu Bey’in evine geldi. Meyto’yu Iğdır’a götürecek, orada sorgulayacaktı. Ancak Ali Kulu Bey’in bu vatanseverliği de ödülsüz bırakılmazdı. Hüsnü Bey, Ali Kulu Bey’i tebrik etti ve hiç yanından ayırmadığı gümüş tabakasını ona hediye etti.
Ali Kulu Bey ve köy sakinleri, Sovyet casusu Meyto’dan bir daha haber alamadılar. Gümüş tabaka ise Ali Kulu Bey’den sonra torunu Şenol Nebioğlu’na miras kaldı. Bugün dahi Şenol Bey, gümüş tabakaya gözü gibi bakıyor, dedesinin aziz hatırasını evinin en güzel köşesinde saklıyor.