Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
Sosyal Medya
Ayhan Bilgen

Nereden başlamalı!

Türkiye’nin Sesi Altınçağ Partisi (SES Parti) Genel Başkanı Ayhan Bilgen, “Nereden Başlamalı!” başlıklı bir yazı kaleme aldı. İşte Bilgen’in “Her Taraf” adlı haber mecrasında yayınlanan yazısı:

Sorunlarımızın sebebini analiz ederken çözüm yolunu da birlikte konuşmalıyız.

Türkiye’de bir süredir kangrenleşmiş sorunların çözümsüzlüğüne dair analizlerde birkaç farklı indirgeme yapılıyor.

Bazıları sorunun sebebini halk olarak görüyor ve “halkın bakış açısı, yaklaşımı, bilinç düzeyi değişmedikçe hiçbir sorun çözülmez” diyor.

Bazılarımız sorunun sebebini daha çok idarecilerde görüyor ve siyaset kurumu bu haldeyken halkın da doğru bir noktaya gelmeyeceği, ülke sorunlarının da çözülemeyeceği yaklaşımıyla hareket ediyor.

Elbette her ikisinin de kendine göre haklılık payı var. Toplumsal çürüme ve yozlaşma, siyasete yönelik talep ve beklentiyi, öncelikleri değiştiriyor. Siyaset, bu talep doğrultusunda başarı elde etmeyi, kolay çözüm yolu olarak görüyor.

Diğer boyutu ile baktığımızda, halk büyük oranda siyasetteki öncülere göre hareket ediyor, dolayısıyla siyaset bu halde olduğu müddetçe topluma kötü örneklik ediyor ve toplumsal yozlaşmaya zemin veriyor. Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında çokça tartışılan aydınlarla ilgili değerlendirmeler, son yıllarda oldukça azaldı. Muhtemelen daha katılımcı siyaset araçlarının yayılması, bilgiye erişim imkanlarının çoğalması, herkesin kolayca kendini yetkin görerek hareket etmesine zemin oluşturdu. Bu durum da, toplumda hem siyasetçiler tarafından itibar gören, hem de halk tarafından saygıyı hak eden bir aydın sınıfının gelişmesine imkan bırakmadı. Üniversiteler teknik araştırma zeminleri gibi algılandı.

Sivil toplum, siyasetin dışında durmayı ya da bir partinin arka bahçesi olarak konumlanmayı tercih ederek uygun dışı kaldı. Toplumsal bozulma ve ıslah konusunda iki sınıf öncü rol atfedilerek ele alınır.  Umera ve ulema. Yani yöneticiler ve aydınlar. “Yönetici ve aydınlar bozuk değilse toplum da kolayca ifsad olmaz” diye yaklaşılırdı.

Geleneksel iktidar analizlerinde, egemenliği kullanan, gücü tekelinde tutan, yönetme erki ile oyun kuran aktör olarak tahliller yapılır. Oysa tıpkı iletişim araçları gibi iktidar aparatları da son derece farklılaştı, yaygınlaştı. Yönetilenler, hayatın belli noktalarında yöneten, gücüne güvenerek hareket eden pozisyonlara kavuştu. Bazen sermaye, bazen sosyal statü bu gücü adeta iktidar ortaklığı noktasına taşıdı. Dolayısıyla aslında herkes bir parça iktidar çarkının dişlisi olarak konumlanmaya alıştı. Hem insanlık tarihi, hem de insanın doğası, özellikle kitle psikolojisi açısından göz ardı edilmemesi gereken bir gerçeği ortaya koyuyor.

Kitleler güçlüye, öncüye göre pozisyon alır, onlardan aldığı güç ve cesaretle tavır takınır. Kitlelerden akıl yürütmesini beklemek, analiz ve tetkik yeteneği sergilemesini ümit etmek gerçekçi değildir. Kriz anlarında harekete geçen ya da geçirilen kitle psikolojisi, selin kütükleri önüne kattığı gibi ülkenin kaderini bir yere sürükleyebilir. Ancak olağan dönemlerde, aydınların kurdukları söz üzerinden kitlelere yön vermesi, yöneticilerin aldıkları kararlarla kitle psikolojisini şekillendirmesi bilinen bir gerçektir. Bugün içerisinde bulunduğumuz durumun öncelikli sorumluluğu kime ait olursa olsun, fatura  en çok kime kesilirse kesilsin, sonuçta bu kısır döngüden çıkışın yolunu konuşmalıyız. Kitlelerin bireysel dönüşüm ve değişimi son derece zordur. Egemen sistem ve içerisinde bulunulan ortam, kitlelerin ruh halini karakterini büyük oranda şekillendirir. Klasik geleneksel demokrasi kuramında, ülke yönetimine talip olarak daha iyi yöneteceğiniz iddiasıyla iktidarı eleştirebilir ve toplumun desteğini arkanıza alabilirsiniz.

Halk desteği tek başına iktidar olmak için yeter mi? Bu demokrasinin niteliği, derinliği ile ilgilidir. Toplumsal muhalefet öncüleri, bir yandan iktidara yönelik uyarı ve eleştirilerini yaparken, diğer yandan toplumun beklentisi ve ölçülerinin daha sağlıklı bir zemine kavuşmasının çabası içerisinde olmalı. Bu boyutuyla uyarılar, ister doğrudan iktidar üzerinde etkili olsun, isterse dolaylı olarak halkın olumlu tutum değişikliğiyle, iktidar da doğru politikalar ortaya koysun,  sonuç itibariyle uygulama iradesi yönetenlerde tezahür eder. Çoğunluğa rağmen başka bir yaklaşımla politika üretmeyi başarabilen yapılar bile bir şekilde halkın meşruiyetini önemserler, en azından ona bir şekil verme çabası içine girerler. Bu durumda hem toplumun ıslahı hem de iktidarların ifsadının durdurulması, büyük oranda aydınların sorumluluğundadır.

Küçük hesap içerisine girmeden, toplum ne der kaygısı ile hareket etmeden, gücü elinde bulunduranların egemen söylemlerine boyun eğmeden, hakikati ortaya koymak ve adaletin ancak böyle tecelli edeceğinin bilinciyle yola koyulmak, aydın sorumluluğudur. Geçmiş yüzyıllarda  felsefe okulları, dergahlar, medreseler bu sorumluluğu yerine getirmeye çalışıyorlardı. Bugünün moderm kanaat önderleri, sivil toplum öncüleri ve medya, akademi aktörleri, bu rolü ne kadar hakkıyla ve doğru biçimde ifa edebiliyor? Bu rol yerine getirilmediğinde ortaya çıkan boşluğun faturasını kim ödüyor?

Somut mücadele zeminlerinden uzak durmayı, bazen haklı nedenlerle, bazen yersiz kaygılarla tercih eden aydınlar, pratik mücadeleden koptuklarında, teorik kopuş da kaçınılmaz hale geliyor. Cemil Meriç’in “fildişi kulesi”! diye tarif ettiği yerden ahkam kesmenin, toplumsal hayatta çok bir sonuç doğurması da beklenmiyor.

Dergi sayfalarına hapsolmuş, kitapların satır arasında kaybolmuş, çok değerli fikirler, ne yazık ki ne iktidarları ne halkı bir noktaya çekebiliyor. İçinde bulunduğumuz küresel kriz ve insanlık bunalımı karşısında, önce doğru bir bakış açısı, sonra ehliyetli ağızlarda doğru temsille bu bakışın hayata taşınması gerekiyor. Fikrin ve sözün kıymetini yitirdiği ortamda, elbette toplumların payına helak dışında bir seçenek kalmaz.  Daha çok gücü elinde bulunduranların sorumluluğundan kaynaklı sıkıntıların faturasını herkes hep birlikte ödemek zorunda kalır. Bu noktaya gelmeden önce, uyarılara dikkat kesilmek, gürültü kirliliğinden uzak durarak, hakikatin sesine kulak vermek, tek çıkış yolu olarak önümüzde duruyor.

Barbarlığın, vahşetin zirve yaptığı, yağmanın, talanın normal sayıldığı bir ortamda, zayıf da olsa değerler dünyasına yönelik çağrılar ve yok olmaya yüz tutmuş insani değerlerle ilgili uyarılar, son derece hayati öneme sahiptir. Felakete yaşayarak tanıklık ettikten sonra, hiçbir uyarının faydası kalmayacaktır.

Tehlikeyi öngörebilmek ve tehlike sinyalini erken vermek aydın olmanın sorumluluğudur.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir